Blog yazmaya yeni başladığım dönemlerde adım ne olsun diye çok düşünmüştük eşimle; kısa – vurucu – akılda kalıcı – beni yansıtan birşey olmalıydı. Günlerce gerek konuşarak, gerek SMS atarak birbirimize, eşimle beyin fırtınası yapmıştık. Sonra bir gün eşim “Demetoloji” ismini sms attığında o isme vurulmuş, başka da birşey düşünemez olmuştum. Beni daha iyi yansıtan başka bir kelime olamazdı çünkü; hem tek bir konuya hitap etmemesi, hem de benim adımı barındırması içinde, çok sempatik gelmişti. Hatta alan adımı hemen alıp sırf bu uğurda Wordpress kullanmayı öğrenmiştim; ki emekleme dönemleri çok sancılıydı – şu Blogger yasaklarının olduğu günlere tekabül eder… O zamanlar diğer sosyal medya kanalları çok da yaygın değildi, akıllı telefonlar bile o kadar çok kullanılmıyordu ki… Böyle de anlatınca çok eski bir zamandan bahsediyor gibi oldum ama biz blog yazarları yediğimiz – içtiğimiz, yaptığımız – ettiğimiz, kimilerinin ne giydiği daha o gün eve gidip üstündekileri çıkarmadan bloglarda olurdu. Birbirimizi arkadaş…
Ben Geldim Blog!
Bloğuma geçmiş bir yazıyı okumaya gelmiştim de son yazımın tarihi gözüme çarpınca “Neredeyse bir ay olmuş, pesss!” dedirtti bana. Hemen arayı daha fazla açmamak için, uykuya teslim etmeden kendimi yeni bir yazı gireyim dedim. Bir yandan “Darıldın mı cicim bana, hiç bakmıyorsun bu yana…” diye mırıldanırken bu kadar uzun verdiğim arayı nasıl kapatacağımın endişesi sarmışken beni, öyle özürlerle filan hiç kafa şişirmeden “Nerden başlarsan başla anlatmaya” dedim… Çünkü nasıl cümle kuracağını da bilmiyorsun o zaman. Ben hep bunu şuna benzetiyorum; uzunca bir süre görüşmediğin bir arkadaşınla karşılaştığında ne konuşacağını bilememek, nerden başlayacağını kestirememek, ne anlatacağının derdine düşmek gibi… İşte o arkadaşın senin içini biliyorsa zaten, nerden başladığının da pek önemi yok. Virgülü koyduğun yerden başla ya da cümlelerin arasında hiç bağlantı olmasın, anlat sen, bir yerden sonra yine başlarsınız aynı telden çalmaya… Ne de olsa birbirinizin dilini biliyorsunuz. O yüzden bundan sonra yine böyle aralar olursa burda – ki olacak,…
Kelimelere Sığdırdım Yıllarımı…
Benim böyle hayatımın nereye gittiğine dair irdelemelerim, iç hesaplaşmalarım meşhurdur; bıdır bıdır kafamın içinde kendimle söyleşir dururum saatlerce :) Bugün de öyle kendi kendime fikirler arası gezintiye çıkmışken bir soru sordum kendime – böyle de çok kendi kendine oldu ama sonuçta kendi kendime :))) Hem sordum, hem cevapladım anlayacağınız. Hazır kağıda karalamışken cevabımı; oracıkta kaybolmasın, blogumun bir köşesinde de bulunsun istedim. Zaten soruyu sormamla, yılları yazıp yanlarına birer başlık atmam bir oldu. Ben çok düşünürüm diyordum cevaplarken ama beş dakika geçmeden bir de baktım her senenin başlığını atmışım. Kendi kendime sorduğum soru şuydu: “Evet, sevgili Demet, bana son 10 yılını birer kelimeyle özetle. Her yılın bir kelimeyle karşılığı olsun yani, senin için en çok neyi ifade ediyorsa o yıl…” Bakalım, geçmiş yıllarım benim için en çok hangi kelimeyi ifade ediyormuş, neden… 2004 yılı: Sorumluluk Üniversite bitmişti, artık kendi paramı kendim kazanıyordum. Tek başıma eve çıkmıştım; ev kirası, elektrik, su; hepsi…
Dolmuş Notları
Dolmuşun kapısı zar-zor kapanır; o ağır aksak ilerleyen trafik içerisinde hızlı manevralar yapmaya çalışırken bile dolmuş yeni yolcuları almak için durur. Payınıza düşen alanın bir karıncanınki ile yarıştığı durumda dahi arkalara doğru ilerlemenizi bekleyen bir şoför ile karşı karşıyasınızdır, üstelik kendinizi yumruklara dönüşebilecek tehlikede bir ağız dalaşının içerisinde bulmanız da an meselesidir; kızgın bakışlar, ters sözler, eline bıçak versen o dakika sağındaki – solundakini deşebilecek tipler… Hangi adamın sırtına yapışmış, hangi kadının çantasından tutmuş olduğunuzsa belirsiz… Yolculuğu sağ-salim atlatırsanız ne mutlu size. Dolmuşa binerken bedava yiyecek dağıtılıyormuş da onu kapmaya çalışıyorlarmış gibi üstünüze abanan insanlar; sizin ebatınıza, boyunuza-posunuza, cinsiyetinize bakmadan aldıkları çirkin tavırlarla suratlarına kusmanızı isterler adeta sizden :) Sanki önce veya sonra binmek neyi değiştiriyorsa; yine arkalara ilerliyoruz :) İlerlerim ben, sorun değil; yeter ki karşıma bir kaya parçası çıkmasın zaten. Şu içi dolu, dopdolu sırt çantalarından bahsediyorum canım; külçe taşıyorlar içinde mübarek. Sırtlarından da indirmezler onu, niye çıkarıp…
Haftasonundan Bir Demet
İnsan çalışınca Cumartesi – Pazar günlerinin kıymetini daha iyi biliyor. Ben ne zaman harcadığım saatlerin muhasebesini yapar oldum, ne zaman haftasonu kırıntılarından maksimum faydalanmaya çalışır oldum; hatırlamıyorum. İzmir’ deyken böyle değildim ama; onu çok net biliyorum :) Belki İstanbul’ un trafiği, yoğun temposu; belki zaman içerisinde genişleyen sorumluluklarımın çapı; belki 30 yaşına dayadığım merdiven; belki de bunların hepsi… Evet, bunların hepsi mahvetti beni dermişim :))) Tüm bu psikoloji çerçevesinde, Cumartesi günleri çalışmıyor olmamı bana bahşedilen bir lütuf olarak görüyorum. Mesai saatlerini de aslında 18.00’ den 17.00’ ye çekseler fena olmayacak ama neyse :)) Farklı firmalarda Cumartesi çalışmanın hazzına (!) vardığım için halime şükretmem gerektiğini çok iyi biliyorum *-* Böyle bir hazza şu an itibari ile nail olanların da tez elden bu duygudan men edilmesini can-ı gönülden diliyorum ;) Nasıl ki haftaiçi her akşam erken yatacağıma dair kendime söz verip de uygulayamazsam, haftasonu da erken uyanmak için kendime söz verip, sabah…
Geçmiş Zaman Olur ki…
Bazı kelimeler, bazı nesneler insan hayatında büyük yer kaplar; kimimiz için sıradan bir görüntü ya da basit bir kelime kimimiz için derin anlamlar ifade eder. Geçmişin izleridir taşınan ne de olsa; gizli kutuları zamansızca açan… – – – Kırtasiyede gördüğüm bir kutu pastel boya, spiralli bir defter, kokulu bir silgi,… Bambaşka bir dünyaya yelken açtırır bana nerede olduğuma bakmaksızın… Kim bilebilir ki zaten ben bir defteri evirip çevirirken, kendi çocukluğumun üzerindeki tozları alıyorum aynı zamanda… Hem nereden bileceklerdi; spiralli bir defter benim öğrencilik yıllarımın vazgeçilmeziydi ve o sayfalara 05 uçlu kalemle yazmazsam içime sinmezdi ve kaç defterin sayfasını sadece bu yüzden defalarca yırttım ben :) – – – Okumayı-yazmayı hep sevdim. Hamuruma nereden bulaştı, bilmem – annem bana hamile iken çok kitap okuduğunu söyler, acaba etkisi var mı :) En eskilerden hatırladığım, öğle uykusunu hiç sevmememe ve anneme sık sık uyuyormuşum numarası yapmama rağmen bir yaz günü, karşılığında kırtasiye gideceğimiz…
Temmuz Biterken…
Keşke; Hayatımızda birşeyler yolunda gitmediğinde, işin içinden çıkamadığımız durumlarda beş sene ileriye sarabilsek filmin bandını ama saçlarımızda en ufak bir beyaz dahi olmasa, sadece saçımızın modeli değişse mesela… Tıpkı Kavak Yelleri dizisinde olduğu gibi :) Anlamam; Neden bazı fotoğrafçılar düğün hikayesini çektikleri gelin için “Gelinim” derler de damada ”Damadım” demezler :) Nedir bu gelini bu kadar sahiplenme duygusu? Bırakın onu damada, o gün biri varsa gelini sahiplenecek o da damattır; yanlış mıyım? :) Kutlarım; Kendimi :) Bir ay boyunca kredi kartına elimi sürmeden onsuz yaşayabileceğimi ispatladım kendime. Paran yoksa harcayamamak ne kadar acı olsa da bir gerçek. Kendime motive edici bir not: Ama, beklenen gün gelecekse çekilen çile kutsaldı, değil mi? :)) Elveda taksitli hayat… İsterim; Renk renk çiçekli, böcekli kumaşlar… En rahatından elbiseler dikeyim kendime, tiril tiril giyineyim şu sıcaklarda… Bir de olfa bıçağım olsun benim de; dümdüz keseyim kumaşı, elimde mezura ile saatlerce koşmayayım matematiksel hesaplar peşinde :))…
İnşaata da Başlarım Ben Yakında…
Dün akşam kucağımda dizüstü bilgisayarım; tam yeni yazımın fotoğraflarını düzenleyeceğim. Birden sarsılınca alttan altan, neye uğradığımı şaşırdım ve istem dışı olarak bilgisayarın kapağını kapatıp “Deprem oluyor” diye bir feryatla ayağa fırladım. Beni sakinleştiren eşim olayın psikolojisini atayım diye “Hadi bir hava alalım” dedi, sonra da başladı bana gülmeye. Aklına takılan, neden o esnada bilgisayarı kapatmaya çalıştığım olmuş. Çok düşünceliyim; Allah korusun, ev çöker filan tepeme, bilgisayarım açık bir halde gümbürtüye gitmesin, değil mi? :) Şimdi kendime güldüğüme bakmayın siz, o an panikleyince insan ne yaptığını bilmiyor ki… İzmir’ de depreme alışmış bir bünyemin olması gerekirken hala her hissettiğim sarsıntıda dizlerimin bağı çözülüyor. En güzeli hissetmemek aslında; o zaman birilerinden duyduğunda sanki uzak bir yerlerde deprem olmuş da haberleri dinliyormuşsun gibi geliyor… Daha az tedirgin edici hiç değilse… Bir keresinde hiç unutmam, İzmir’ de iken bir deprem olmuştu da –gerçi orda sürekli sallanıyordum- sabah ofiste ayaktayım, elimde bir bardak çay var,…