Geçtiğimiz Salı günü öğle arası… Yemeğimi yemişim, hızlı hızlı alışveriş merkezine doğru yürüyorum. Yarım saatim var ve o süreç içerisinde ne kadar çok gezer, gözümü eğlendirirsem benim için kâr :) Yanımdan bir bayan benden daha da hızlı yürüyerek beni solluyor ve o benden birkaç metre önde, ben arkalarda aynı istikâmete doğru resmen koşar adım ilerliyoruz. 5-6 metre ileride trafik lambaları var ve o yeşil ışığı bir kez kaçırmayagörün, kaç dakika kırmızı ışıkla bakışacağınızı ben bilirim :) Eh, kimse kısıtlı olan öğle yemeğini bu kadar harikulâde geçirmek istemez sanırım! Ben bu düşünceler eşliğinde yürümeye devam ederken yeşil ışığın yandığını görüyorum. Hem de ben daha oraya ulaşmadan! Bu haksızlık diyerek, koşsam mı, koşmasam mı; yetişir miyim, yetişemez miyim soruları arasında kendimi aniden koşarken buluyorum. Tabii, öndeki kadın da benimle aynı yönde hızla yürümeye devam ediyor… Kadın kaldırımın iç kısmında, ben dış kısmına kıvrılsam diye planlar yaparken öndeki kadın hiç ummadığım bir hareket…
Perşembe imiş… Perişan imiş…
Şu Perşembe gününe neden “Perişan” demişler, bilmem ama kendi adıma Perşembe’ ler Cuma’ ların habercisi olduğundan, bir nevi tatil arefesi kıvamında güle oynaya geçer… Perişan olması gereken bir gün varsa o da Pazar’ dır kanımca; Pazartesi’ yi görmeye ramak kaldığımız o Pazar yok mu o Pazaaarrr… İnsan tatilde olduğunu bile anlamıyor bazen sırf bu psikoloji yüzünden… Hele bir de o vücudun uyumaya, dinlenmeye ihtiyacı varsa… Yatakta azıcık fazla zaman geçirin, o koltuğa yayılıverin birkaç saat fazladan, bir de bakıyorsunuz, işbaşı yapma zamanı yine gelmiş… Zaten bu hafta biraz zor geçti benim için. Pazar gecesi 01.00 civarı gidince yatağa, sanki haftanın her günü 01.00’ den önce uyuyamazmışım gibi akşamları gözlerim bir türlü kapanmak bilmedi. Hele dün gece en geç 23.30’ da bilgisayarı kapatıp uyuyabilme imkânım varken 01.30’ da uyumuş olmam pek bir traji-komikti. Bazen nasıl da kaşınıyorum gecenin bir yarısı, ah bir bilseniz… Yok, kafama birşey takıldı ya, uyuyamam yoksa. İşin…
Haftasonu; Düğmeler ve Daha Fazlası
Öncelikle bir önceki yazıma bırakmış olduğunuz motive edici yorumlarınız için çok teşekkür ederim, sayenizde kendimi daha iyi hissediyorum – ki aklı selim bir halde ilgili yorumlara da cevap vermiş bulunmaktayım – duyurulur :) Ara sıra insan enerjisini toplamak için zamana ihtiyaç duyuyor; ben de o sürece denk geldiğim esnada içimden ne geçiyorsa kaleme aldım o gün… Yorumlarıma yazdığım cevaplarda da sık sık dile getirdiğim gibi, yazmaktan kolay kolay vazgeçeceğimi pek sanmıyorum. Ben hayatımın hemen hemen her döneminde hep birşeyler yazdım; öğrencilik hayatımda bol bol kompozisyon yazdım, öykü yazdım (hatta ortaokul yıllarında yazdığım bir ajandam var; içine bir gün çıkartmayı düşündüğüm kitabımın içeriğini döşemişim – çocukluk işte); lise hayatım boyunca aksatmadan günlük tuttum, kendime yazamadığım dönemlerde erkek arkadaşıma (şu an eşim) bol bol mektup yazdım :) Durmadan birşeyler yazdım anlayacağınız… Derken blog alemi ile tanıştığımda yazmanın en keyifli hâlini keşfettim; karşılıklı olanı, paylaştıkça büyüyeni, çoğalanı… Bunu da çok net şekilde bırakmış…
Azıcık Kafam Karışık…
Fotoğrafsız yazı yayınlamak bence yürek ister :) Sebebi ise malûm; uzun bir yazı eğer birkaç görselle okuyucuyu kendine çekmiyorsa, yazının bilgisayar karşısında o kişiyi sarıp sarmalamasını beklemek bazen hayal kırıklığı yaratıyor… Yazıyı sonuna dek okuyan ise aslında günümüz koşullarında bir madalyon hak ediyor :) Video izlemek ya da fotoğrafları incelemek varken pek az kişi okumaya yanaşıyor; bu da o kişinin ya kitap kurdu olmasından ya da o içeriğin kendine hitap etmesinden ileri geliyor diye düşünüyorum… Öyle ki; fotoğrafların bile desteklenerek sunulduğu bir yazıda, sadece fotoğraflara bakılarak yorum bırakılması durumun vehameti hakkında ipucu veriyordur sanırım :) Başıma gelmese de sıklıkla gördüğüm bir örnek de şu olur ki; pek çok blog yazarına paylaştığı yabancı kaynaklı bir tasarımla ilgili sanki blog sahibi o el emeği ürünü kendi yapmış gibi “Ellerine sağlık, çok güzel olmuş” tarzında yorumlar gelmesi :) Halbuki okusa, kadıncağızın onu ilham amaçlı paylaştığını anlayacak *-* Okumayı pek sevmiyoruz sanki, hatta zaman…
Yıl Biterken
Senenin son haftası bir çift laf etmemişim… Ben ki; maksimum internetsizliğe rağmen gün aşırı yazmadan duramayan insan! :) Senenin yorgunluğu çöktü sanırım üzerime; elimi – kolumu kaldıracak gücü bulamadım kendimde bu hafta. “Daha ponpon yapımını anlatacaktım, fotoğraflarını da çekemedim istediğim gibi” diye diye, üstüne bir de “Adını Feriha Koydum” dizisine takıldım ki çok fena; internetten 30 bölümünü bir haftada izleyip (hani sadece diziyi izlesem yine iyi, olumlu – olumsuz tüm eleştirileri didiklemezsem de içim rahat etmez; benim manyak araştırmacı ruhum *-*) gerçek hayattan kopma noktasına geldiğimde kendimi tokatlayarak uyandırdım :))) Şimdi buradayım, çok şükür :)) Aslında klişeleşmiş olan yıl sonu yazılarımın devamını getirmek niyetindeydim; 2011 yılı tasarımlarımdan genel bir kolaj, 2011 yılından ne umduğum ve ne bulduğum, 2012 yılından dileklerim gibi üç – beş başlık altında yazı yazma istiyordum ama dediğim gibi şartlar pek müsaade etmedi. 2011, kendi adıma rutin bir yıldı; gerek iş, gerek ev hayatım açısından… İstanbul’ a…
Cuma Neşesi: Tekerlek Mevzûsu :)
Hadi, size okul hayatında başımdan geçen komik bir anımı anlatayım; hem yeni yıl çekilişine katılmak isteyip de komik bir anısını hatırlayamadığı için henüz katılamayanlara ilham olsun, hem de yüzümüz gülsün, Cuma neşemiz katmerlensin *-* Üniversite birinci sınıftayım, yaşım 17 ya da 18 olmalı – önceden belirteyim de “Gençlik zamanlarıymış” der, güler, geçersiniz :)) Vize sınavına girdiğim dersin adı Türk Deniz Ticareti idi ya da benzer birşey – o zamanlar henüz hangi bölümde okuduğumu dahi idrak edemediğimin göstergesidir şu an dersin adını hatırlayamama durumları :) Yalnız bir soru vardı ki sınavda hiç unutmam. Bir ro-ro gemisi çizmemi istiyordu soru… İçimden “Bu ne yaa! Ben Resim öğretmeni mi olacağım?! Bu ne biçim soru!” diye söylensem de bir önceki gece sınava çalışırken uyuyakalmam ve çalışamadığım son bir sayfadan sorunun çıkmasından kaynaklanıyordu asıl sinirim… Zaten hep öyle olmaz mıydı? Tüm kitabı yalar, yutarsın, bir paragraf atlarsın ya da okurken dikkatin dağılır, hoop, sınav sorusu…
Kaldı mı Elimde Yıldızlar?!
Çekiliş duyurumun yazısını hazırlamışım, fotoğraflarını çekmişim, hatta bir kısmını düzenlemişim… Şöyle bir tozunu alıp yayınlayacağım hemencik… Fakat, o da ne? İki hafta önce çektiğim fotoğraflar yok! Hem de düzenlenmiş olanlar!! İş mi bu şimdi?! Yok canımm, silmiş olamam… Silmemeliyim… İnsan yayınlamadan üzerinde o kadar uğraştığı fotoğrafları siler mi hiç canım? Silmez, değil mi? Sil-mi-şim! Hafızası yetmeyen bu eski bilgisayarda yeni fotoğraflara yer açmak için silmişim! Şu an kendimi ödevini özene bezene hazırlamış, ancak teslim etmesine saatler kala bir talihsizlik sonucu sonsuzluğa gömmüş bahtsız bir öğrenci gibi hissediyorum… Ahhh, ahhh! Rahmetli babam çizgili kağıda inci gibi yazımla yazdığım şiirin üzerine bir bardak suyu devirdiğinde de aynı şeyleri hissetmiştim sanki… O zaman ağlamıştım gerçi :) İlkokuldaydım ama canımm :)) Şimdi mi? Yoook, ağlamıyorum şimdi… Sadece elimde kalan iki adet hediyenin fotoğrafına bakıp kendimi avutuyorum :)) Ve gün ışığını yakalayıp da, konsepte uygun diktiğim yastığın, diğer süslerin fotoğrafını nasıl tekrar çekebileceğimi düşünüyorum -…
Evet, Doğum Günümdü…
Sessiz ve sakince 29 yılı geride bıraktım bugün… {Aslında pek sessiz değil, gün bitiminde parmağımı doğradım şu döner bıçakla – canım öyle yanıyor ki} Artık “30 yaşındayım” mı demeliyim? Yoksa yaş 30 önümüzdeki senenin hakkı mı? :) Kayda değer paylaşacak fotoğrafım yok ne yazık ki… Günün anlam ve önemine uygun 2007 yılındaki doğum günümden arşivde bulduğum karman-çorman bir fotoğrafım eşlik etsin temsili olarak buraya… İyi ki doğdum, iyi ki yaşıyorum; sağlıkla-huzurla-mutlulukla hep beraber nice nice yıllara…